Teslimiyet
İlk tango dersimin ilk cümlesi şuydu: Tangoda “erkek yönetiyor, kadın takip ediyor!” ve herkes güldü. Benim için doğrusu kötü bir başlangıçtı. Daha ilk andan bu soğuk duşun etkisinde doğuştan feminist hücrelerim yay gibi gerildi, atar yaptı. Tam içimdeki savaşçı Amerikalı, Hatori Hanzo kılıcını kınından çekiyordu ki birden içimdeki barışçıl Amerikalı araya girdi ve dedi ki , “suspend your disbelief, baby!” Yani bekle, bir gör bakalım, bu tango nasıl bir cacıkmış…
İlk derslerim rol dağılımından rahatsız, rol çalarak geçti. “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım!” damarım kış uykusundan uyandı , kükredi, şaha kalktı! Hani Nuri Bilge’nin Kış Uykusu filminde doğada kendi halinde takılan atın yakalandıği sahne zihnimde defalarca bis yaptı: “O at niye teslim oldu, neye teslim oldu? Niye teslim oldu?”
Aslında teslimiyet fikri ile dansetmeye aşinalığım var. Yoga’dan. Kendini öğrenme sürecine teslim ettiğinde, zihin kademe kademe çözülür ve “senden içeri” aynaya baktığında doğanın daha “görünür”, herşeyin biraz daha kendisi gibi, hayatın biraz daha olduğu gibi olduğu bir yolculuk başlar. Bazen teslim olabilirsin akışa, bazen de birşeyler tutar seni. Teslim olamazsın.
Teslimiyet ile ilişkim beni bu sefer de tango üstünden sınadı.
Neye ve niye teslim oluyorsun?
Bir kere erkeğe değil, sana sunulan bir etkiye teslim oluyorsun. Bu etki her adımda hatta adımın içinde sürekli değişiyor. Hani ortaokul kompozisyonlarında olduğu gibi: doğuyor, büyüyor, ölüyor.
O adım sadece bir adım değil, aslında tüm yaşanmışlığın toplamı.
Matematiksel olarak şöyle ifade edebiliriz:
Erkek attığı adımla bir öneride bulunuyor. Atılan her adımın ama her adımın bir hikayesi var: o adımın içinde bebekken attığı ilk adım da var, koşarken düşüp yaralanmışlığı, mezuniyetinde havalara zıplamışlığı, askerde hazırolda beklemişliği, gelinin ayağına basmışlığı, yaş aralığına göre seyredilen tüm Fred Astaire-Ginger Rogers, Brad Pitt- Angelina Jolie filmleri de, en nihayetinde anlaşılma isteği de…
Atılan her adımda yenilenen bir niyet var: yürümeye devam, hayat devam ediyor ve her daim yeni olasılıklara gebe. Atılan her adım partnerinin o güne kadar getirdiği tüm deneyimi ve o adımı, o adımın sunduğu olanakları içeriyor.
yine matematiksel olarak:
şeklinde bir görünüm elde ediyoruz.
…ve kadın o etkiyi hissedip kendi toplam deneyiminin içinde tekrar yıkayıp geri veriyor. Tepki artık erkek için bir etkiye dönüşmüştür.
Matematiksel olarak görünüm şuna dönüşüyor:
…ve tüm bunlar denizdeki dalgaların hareketi gibi anlaşılmaz bir iç düzene sahip.
Sen hem o dalgaların hareketisin hem de dalgalarla salınan bir kayık gibisin …
Teslimiyet geleceğin belirsizliğinden kaynaklanan bir korku içeriyor, ama bir taraftan da “endişelenme!” diyor sana, umut şu karşı ki dağın ardında… Herşey çok ama çok güzel olacak.
Mesela;
“Balıkçısındır gün doğumuyla denize açılırken kayığını hafifçe itersin, ekmek teknenin karadan kurtulduğu bir an vardır . Günü o an başlatır. Ağlarını doldurarak dönme ya da fırtınaya yakalanma ihtimaline teslim olursun.
Buğdayını ekersin, yağmurun hem de tam da zamanında yağma ihtimaline teslim olursun.
Cerrahsındır, hastanın yasama şansı belki sadece %5 tir. Kalbini ve iradeni paraşüt gibi açarsın. Ameliyat 8 saat sürer, terini yavas yavas silerler…çisini tutarsın…
ameliyat biter kapatırsın… soluğunu serbest bırakırsın, o %5 ihtimale teslim olarak…
Hani derin bir yara almışsındır, için ezik eziktir…Elin kolun kalkmaz… Bir tek denize doğru uzaklara bakmak iyi gelir… Ama gene de kalkmak, çay yapmak, işe gitmek falan gerekiyordur… Birisi bir espri yaptığında için beyaz bir duvar gibi boş ve ifadesiz olsa da dudak kenarların yukarı kıvrılır ayıp olmasın diye… Sanki farketmez alt ya da üst sokaktan evine dönmek. Attığın adımda bazen kalbini hissedersin ama henüz kabuk tutmuş bir yara gibi… Acı da olsa birşeyler hissetmek iyi gelir…
Zamanın geçişini bir yorgan gibi üstüne çekersin..
Sene 1632, hava Lodos’tur.
Galata Kulesi’nin tepesine çıkarsın.
Gözlerini kapatır, kanatlarını açar, kendini boşluğa bırakırsın.
Adın Anna Frank’ tır.
Nazilerin seni tavanarasında bulamama ihtimaline teslim olursun.”
Hayatın önünde eğiliyorsun.
Zaten sen eğilsen de eğilmesen de o seni bildiği gibi eğip büküyor.
Yine matematiksel olarak ifade edersek:
Hayat bize tekrar tekrar hatırlatıyor;
“Derin bir sırmış şu teslimiyet, kendini hemen teslim etmeyen,
hani Patanjali’nin bahsettiği zihnin hareketlerinin gerisindeki sessizlikmiş.
Dinlemek demekmiş,
bazen dalgaların ritmik sesini,
bazen de bir erkeğin adımlarını.
Teslimiyet kendini ötekinden ayrı hissetmenin ötesinde bir yermiş,
sen ve ben kalmadığında kalp tekmiş ve bunu zaten kalbi olan herkes bilirmiş.
Bir adımın gölgesine sığmanın sessizliği
dinlendirirmiş insanı.
Istanbul’da bile…
Bir ağacın gölgesinde dinlenirmiş gibi…”