Tangonun ABCsi
“Ateş kendini yakmaz.”
Son zamanlarda kafayı Tango’ya taktım. Zaten bilen bilir, kafayı birşeye taktı mı takarım! Çocukluğumu hatırlıyorum da, ah annecim ah, ne çektin benden, ne çektin! Bu zaman zaman ve aniden gökten zembille inen kafayı takma, odaklanma, gözü başka bir şey görmeme ruh durumu seneler içinde yakınlarımı hoşgörü, sabır, ve tevekkül konusunda doktora düzeyinde eğitmiştir. Ama onlar adına üzülerek belirtmeliyim ki, tez yeterlilik konusunda hala benden tarih alabilmiş değiller.
Bu ruh haline eşlik eden diğer bir kişilik özelliğim ise meselelerin kökenine inmek konusundaki kararlılıktır. Hatta sosyoloji işlerinden anlayan bir arkadaşım, bana düşünme şeklimin “modernist” olduğunu söylemişti. Bu modernist öyle makbul birşey değil: bir nevi “geri kafalı!”diyor yani. Ama can çıkarmış huy çıkmazmış; ben meselelerin kökenine inmeliyim ve ineceğim, işte o kadar! Yapacak birşey yok!
Hatırlıyorum, lise zamanı tarih sınavı var, Osmanlı tarihi çalışmam gerekiyor. Ben Osmanlıyı anlamak için daha öncesine bakmak gerekir inancıyla geriye doğru dalıp gitmişim, gitmişiiimm, gitmişiiimmm… Bir bakmışım: “Dünyamız 6 milyar yıl önce bir gaz ve toz bulutundan ibaretti…” noktasına ulaşmışım. Yol bitmiş!.. Halaa ben fren yerine gaza basıyorum.. Sınav oluyor hikaye! Bir ontolojik açmazın pençesine düşmüşüm ki sormayın! “Bu gaz ve toz bulutundan öncesinde ne vardı? Mohaç Muharebesi’nde tozun dumana katılması ile ilişkisi ne olabilir? Ya ben de o gaz ve toz bulutuysam, hala yarın ki tarih sınavına çalışmam gerekiyor mu? Aman doktor, derdime bir çare! Beni kim kurtarabilir, bu çıkmazdan çekip alabilir? Stephen Hawking’e bir telefon açsam gece gece korkar mı, yatağından sıçrar mı? İletişim için telefon ve telepati seçeneklerinden birine yöneliyorum; çünkü bildiğiniz üzere, o zamanlar Internet var ama henüz halka açılmamış.
Bir de ben dalıp dalıp giderim. Çocukken edindiğim meziyetlerden birisi de “dalıp dalıp gitmiyormuş” “normalmiş” gibi yapmak , kafa başka alemlerdeyken, en azından “bedenen bu alemlerde var gözükme” nezaketini göstermeyi öğrenmek oldu. Erken çocukluk döneminde sosyal açıdan bana sıkıntı yaşatan, bu istemsiz olarak kendini kızağa çekme, anlık olarak off-line olma, arada inecek durak bulunamadığı için galaktik seyahatlere devam durumu tiineycır dönemlerimde hiç beklemediğim bir şekilde avantaja dönüştü: Oğlanlar için meğerse bu hülyalı hallerin makbul olduğu bilgisi evrenden bana intikal etti. Kitaplar ve hayal dünyamın oluşturduğu yüksek duvarların arkasındaki sırça köşkümden, fani dünyaya bir inip bir içime çekilerek, bugünlere geldim ya, çok şükür! diyorum başka birşey söyleyemiyorum. Hayat tekerrürden ibaretmiş. Benim 3 yaşındaki kızım da arada bir uzaklara dalıp gidiyor farkında olmadan. Hiç dert etmiyorum…Ben ona “normalmiş gibi” yapmayı öğretirim:))
Hani Tango’ya taktım demiştim ya, bu tango meselesine daha çok geceleri çocuklar uyuduktan sonra takmak zorunda kalıyorum. Takacak başka bir zamanım yok çünkü… Dr. Jekyll ve Mr. Hyde gibi ikili bir hayat yaşıyorum; ikincisi daha çok sanal alemlerde.
Bizim Bey, gecenin bir köründe su içmeye mutfağa indiğinde beni gözler kızarmış, YouTube alemlerinin dibine vurmuş bir halde buluyor genelde. Daha önceden de migren ağrısı gibi aniden saplanan takma durumuna alışkın olduğu için, -ki ilk çocuğumuz böyle bir “çocuğa takma” döneminin eseridir- içinden “Bu da gelir, bu da geçer” şarkısı söyleyerek ellerini havaya kaldırıyor, “tevekkül” konusunu çalışmak üzere hızla uykusuna çekiliyor.
Gecenin ilerleyen saatlerinde oğlum tuvalete kalktığında artık 27. videosunu izlediğim maestrolarla öyle bir yakından, candan, kalpten, içten ilişki kurmuşum ki, arada ekran olmasa kalkıp öpeceğim, onlar da beni kucaklayacaklar. Öyle bir karşılıklı sevgi seli! Ailenin aylık masraflarını kabartmamak için -şimdilik- bu konuda psikolog yardımına başvurmuyoruz. Ama her an bütçede bu yeni kaleme yer açılabilir.
Ne diyordum? Evet… Şaka bir yana Buenos Aires-İstanbul saat farkını dert etmeden, gecenin bir köründe bana hiç bir beklenti olmadan yardım elini uzatan tüm tonton teyze ve amcalara minettarım. Onlar ki Arjantin diye bilinen şu “crisol del razas” ülkesinde, toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar, isimleri: “Oswaldo Natucci, Oscar “Cacho” Dante, Myriam Pincen, Juan Topalian, Pedro “Toto” Faraldo, Nestor La Vitola, Osvaldo y Coca Cartery, Migno y Eshter Pugliese’dir.
Onlardan çok şey öğrendim. Ne mi öğrendim efendim? Tango’nun ABC’sini öğrendim: Tangonun A’sının Acıyı Hissetmek, B’ sinin Saygı, C’sinin Teslimiyet olduğunu öğrendim. Bana öyle geldi ki, geriye kalan herşey ama herşey belki de sayısı yüzlerce, binlerce olan detay, bu üç ayak üstüne oturuyor: saygı, teslimiyet, belki sadece hissetmek de diyebileceğimiz ama sanırım acıyı hissetmek durumu…
Bu üç durumu yan yana getirsek, Tango’nun tanımlarından birinin karşılıklı saygı içinde birbirine teslim olarak zarif bir şekilde acını hissetmek olduğunu söyleyebilir miyiz?
Bu kelimeleri yakından dinledim ve bakın bana başka başka neler söylediler…